Hayat odacıklarımızda tüllerimizi dans ettiren o ılık esinti vakti…
Hayatlarımızın penceresini açıp içeriye biraz yağmur kokusu, biraz sabah rüzgarı biraz da güneş kabul ettiğimiz zamanlardayız…
Hayat odacıklarımızda tüllerimizi dans ettiren o ılık esinti vakti…
Yaz mevsimi, akan zamanın içinde kendimize dönmeyi hatırlatan, güneşle birlikte yeniden doğabileceğimize işaret eden tazelenme vakti…
Çoğu zaman yoğunluklardan sıyrılıp dinlenmek isteriz. Dinlenmekten kasıt aslında insanın kendisi ile kalma ihtiyacı… Kimsenin müdahale etmediği kendi alanında kendisiyle kalıp kalbini dinlemesi… Ama çoğu zaman bunu fark edemeyiz, genel olarak tatil yapmak istediğimizi düşünsekte aslında bizi o duyguya iten etken kendimizle baş başa kalma ihtiyacımız…
Bu konuda bizlere her konuda Rehber olan Resulullah’ın (s.a.v) mübarek hayatlarına baktığımızda da kendisini dinleyebilmek, toplumun dünyevi meşgalelerinden sıyrılıp kalbine dönmek için gittiği mübarek Hira’sını görüyoruz. Aslında her insanın bir Hira’sı olmalı, zaman zaman durup kendisine sorular sorabilmeli, her insan bütün dünyevi meşgalelerinden sıyrılıp kalbine yönelebilmeli, onun sesini duyup dinleyebilmeli…
İşte bu yaz yine bizi bize çağırıyor…Bu yaz yine bizi Hira’larımıza çağırıyor.
Açtık mı pencereleri peki? Tüllerimiz içeriye giren rüzgarla birlikte dans ediyor mu? Sabahları camımıza doğan güneşi seyrediyor muyuz? Biraz soluklanıp rüzgâr güllerine takılı kalıyor mu gözlerimiz?
Batan güneşe doğru yürüyüş yapıp kalbimize batanları da uğurluyor muyuz?
Yoksa yine mi çok işimiz var, yine mi çok yorgunuz, yine mi maddiyatla olacağına inanıyoruz kalbi ve bedeni soluklanmaların…
Sadece ara ara biraz susup öylece durmaya ihtiyacımız yok mu? Hayatın içinde hiç konuşmadan da yan yana soluklanabileceklerimize ihtiyaç yok mu? Konuşmadan anlaşabileceklerimizle uzun yürüyüşlere…
Sevgili yoldaşım…
Bakış açımdaki bir rüzgâr direğine takılı kaldı gözlerim…Çok değil belki bir beş dakika…
Biraz rüzgâr vurdu omuzlarıma çok değil bir iki saat…
Sonra baktım ki sessizleşmişim, öyle doluymuş ki zihnim ve kalbim, doluluğa o kadar çok alışmışım ki, kaybolunca zihnimdeki düşünceler, ifadelerim azaldı, dilim sustu…
Biraz açınca hayat odamın pencerelerini hava almak için, içeride ne varsa serbest kalmış.. Dışarıya doğru süzülüp kaybolup gitmiş, duruluk, sükûnet kalmış geriye…
Fark ettim ki sessiz geçen zaman sonunda, yanımdaki ile susarak konuşuyoruz. Susarak da anlaşmayı çok önce öğrenmiştik çünkü biz… Uzun uzun dinleyebiliyorduk kalbimi ve kalplerimizi…
Sevgili yoldaşım…
Bir yazı okumuştum,eski zamanlardaki iletişimi anlatan…
Cep telefonlarının olmadığı zamanlarda babaların eve ekmek ihtiyacını, eşinin veya çocuklarının canının çektiği tatlıyı, kalben hissedip, eve eli dolu gitmesinden bahsediyordu. Hani ‘’ben de içimden geçirmiştim, keşke gelirken alsa demiştim,,almışsın’’ ifadelerinin yer bulduğu hissiyatların, çok eskiden daha fazla olduğundan bahsediyordu.
İfadeler çoğaldıkça kalpten anlaşmayı unuttuk çünkü…Sezemiyoruz artık dostlarımızın, sevdiklerimizin kalbi ihtiyaçlarını…Tam da seni düşünüyordum, karşıma çıktın diyemiyoruz, çünkü artık her yerden her şekilde ulaşacağımıza inandığımız için kalbimizi kullanmayı bıraktık…Pek çok zaman bir çoğumuz için sanırım böyle…
Sezmeye çalıştığımız da da şeytanın türlü vesvesesi…Net olamıyoruz, hislerimiz öyle mi, böyle mi lerin karmaşasında yoruyor önce bizi, sonra muhataplarımızı…Bulanık sularla dolu kalpten zihne, zihinden kalbe giden yollar…Kalbimizde yeşertmediğimiz ağaçlar gönül yollarımızı da erozyona uğrattı…Her yer kirli bulanık sel suları kaplı…
Yine de ümit varız…Yaz mevsimindeki her sabah doğan bu güneş, ümitlendiriyor beni…
Belki bu güneş gönül yollarımızdaki sel sularını da kurutur, yeniden filizlenir çorak arazilerimiz, yeniden yeşerir kalplerimiz…
Olmaz mı sevgili yoldaşım, pencereleri açıp serbest bıraksak zihnimizdekileri, kalplerimizi daha çok dinlesek, gönül yollarının berrak ikliminde belki daha çok kalbin ihtiyacını da hissetmez miyiz, yeşerdikçe kalplerimiz…
Sadece kendimize, zaman ayırmaya ihtiyacımız var…Bir mısır tarlasında dahi olsa durarak öylece sessiz, susarak güneşi seyrederek içimize dönmeye…
Arkadaşlarının arayıp bulamadığı Kâinatın Efendisinin (sav), uzun aramalar sonunda bir hurmalıktaki kuyuya ayaklarını sarkıtmış tefekkür ederken bulmaları gibi, bazı zamanlarda kendimizi alıp sükunet ortamları bulmamıza ihtiyacımız var…
Gönül köprülerimiz için kalplerimizi yaz güneşiyle ısıtmaya devam etmeye…
Kalplerimizi duymak için daha fazla hislerimizi dinlesek, acaba başka hazinelere de malik olmaz mıyız?
Yürek cennetinin hazinelerine, Hira’larımızda yankılanan muştulara kavuşmaz mıyız?
Sevgili yoldaşım…
Gel o halde Hira’mıza, uzun uzun dinleyelim kalplerimizi…
HİRA**
Hira’nın Yolculuğu okumayı tercih ettiğiniz için teşekkürler! Güncel yazılardan haberdar olmak için ücretsiz abone olun.